İnsani değerler ve kişi hakları.

İnsanlar doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahip olarak doğarlar. İnsanın doğuştan elde ettiğ bu haklara müdahale edilemeyeceği günümüze kadar savunula gelmiştir. İnsanların toplum hayatına geçmeden önce, tam ve mutlak bir hürriyete sahip oarak yaşadıkları kabul edildiği için bu tez kuvvetle savunulmuştur.

İnsanlık önceleri tabiat halinde yaşarken, daha sonraları toplu yaşama zaruriyeti duyarak, aralarında bir sözleşmeyle, toplum hayatına geçiş sürecinde siyasi yapıyı, “devleti” meydana getirmişlerdir. Devleti meydana getirirken doğuştan kazandıkları bazı haklardan toplum adına feragat ederek, devlete fonksiyonel bir yapı kazandırıp, ona çeşitli görev ve sorumluluklar yüklemişlerdir. Böylece devlet sorumluluğu ve selahiyetitleri olan bir kurum ve teşkilat olarak toplumun hayatına girmiştir.
Devlet, toplum ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyen, iç ve dış tehlikelere karşı güç ve iradeyle donatılmış bir yapıya sahip olarak, toplumun malı olan bir kurum olarak kabul edilmiştir. Toplum düzenini sağlamak için devlet ve toplum arasında hukuka dayalı ilişkiler geliştirilmiştir.

Toplumcu görüşe göre, devletin fonksiyonlarına daha çok işlerlik kazandırmak için, yakın tarihte 17. ve 18. yüzyıllarda başta ünlü İngiliz filozfu Jhon Locke ve J.J. Rousseau olmak üzere, Pufferdof, Wolf, Blckstone, Burlamqui ve Vattel gibi alimler devletle toplum arasında olan temel münasebetler ve kuralları genişletmeye çalışmışlar. J.Locke göre insanın doğuştan elde ettiği hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi hakları temel haklar olarak kabul görüp, bu hakların korunup geliştirilmesi devletin asli ve en öncelikli görevi olamlıdır. İnsanlar arası ilişkileri düzenleyip, kanunlar koyarak temel hak ve hürriyetleri güvenceye almak devletin başlıca gürevi ve sorumluluğudur. Fertlerin vazgeçilmez ve başkasına devredilmez hak ve hürriyrtlerini teminat altına almakla devlet egemendir. Yine J.Locke göre, “siyasi iktidarın kaynağı olan egemenlik fertlerin rızalarına göre halka ayıttır”.

Buraya kadar Locke”ın öncülüğünü yaptığı toplumcu görüşün fikirlerini izah etmeye çalıştım. Zamanla uygulamadan doğan eksiklerin giderilememesiyle, ferdiyetçiliğin de öne çıktığına tarih şahit olmuştur. Toplumcu görüşün akla ve rasyonel düşünceye uygunluğu tartışılarak, sosyal ilişkilerden kaynaklanan ferdiyetçiliğin geliştirilmesi yönünde çalışmalarda yapılmıştır. Doğrudan insanı ve insan cevherini esas alan ferdiyetçi doktorin, her hak ve her türlü hukukun kaynağının insan olduğunu kabul etmiştir. Çünkü sosyal hayatta hür irade ve sorumluluk insana ayit oldugundan, insanların oluşturduğu kurumların ( devlet vb) kendilerine ayit varlık ve hakları olamayacağını savunmuşlardır. Devletin görevleri insanlar arasında ki ortak çıkarları korumak ve geliştirmekle sınırlı oldugunu kabul etmişlerdir.

Her iki görüşün fikirlerini ana hatlarıyla izah ettikten sonra, bana göre çağımızda toplum çıkarlarının, ferdi menfaatlerden üstün tutulduğu görüntüsü ferdiyetçiliğin savunulmadığı anlamına gelmez. Burada mevzu olan ferdiyetçiliğin iyice ön plana çıkarılarak, doğması muhtemel bazı sakıncaların oluşumunu engellemektir. Bu bakımdan ferdiyetçi doktorinin, insan haklarının gelişmesine yaptığı katkılar hiç bir zaman inkar edilmemelidir. Esasen öcelikle insan haklarının sosyal yönde gelişmesine tesir eden Liberalizmin sebep olabileceği sakıncalar giderilmelidir. Burada devletin ve egemenlik hakkını elinde bulunduran siyasi otoritenin temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında gösterecekleri samimiyet çok önemlidir. Tabi haklar hiç bir zaman siyasi çıkar malzemesi yapılmamalıdır. Egemenliğin gerçek sahibi olan halkı korumak için, devletlerin anayasasında tarif edilen ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kuvvetler ayrılığı prensibiyle, siyasi otoritenin kontrolü zaten mümkündür. Bu konuda Montesquieu nun ozgürlüklerin korunması için, anayasal düzen içinde kuvvetler ayrılığı tezi, devletle kişi arasında ki ilişkilerin uyumu ve devamlılığı açısından çok önemli katkılar sağlamıştır.

Antik çağdan, günümüze kadar beşeri olan kanun ve kuralların dışında, din olgusu da insan hak ve hürriyetlerine farklı bakış açısı getirmiştir. Bu konuda ilahi kaynaklı dinlerin, ferdi haklar alanında getirmiş oldukları, insani değerleri incelemeyi daha ugun buluyorum. Genel olarak orta çağa bakıldığında Yahudi Museviliği, Hıristiyanlık ve İslamın getirdiği inasni değerler, eski çağlara nazaran çok önemli gelişmeler sağlamıştır.

Teknik ve uygarlıgın alabildiğine geliştiği bu devirde, dünyanın bazı bölgelerinde, temel hak ve özgürlüklerin sorumsuzca ihmal ediliyor olmasına rağmen, insanlığın duyarsız ve tepkisiz kalmasına şahit olmaktayız. BM teşkilatı ve UNESCO tarfından insan hakları ihlallerini araştıran komisyonun yetkileri her yıl uzatılıyordu. Bu sene sözkonusu komisyona daimilik sıfatı verilmesini çok önemli bir gelişme olarak kabul ediyorum. Fakat, yine de fertlerin bireysel katkılarını daha çok önemli bulmaktayım.

Yahudiliğin Getirdiği İnsani Değerler

Museviler Hz. Musa’nın vaaz ettiği ve yanlızca İsrailoğullarını hedef alan on emri, bütün insanlığa şamil kılmak için mücadele ederler. Aslına bakılırsa Yahudiliğin vaazı evrensel olmamasına rağmen, onlar evrenselleştirmeye çalışırlar. Ve bu kunuda galip gelmek için, her türlü vasıta ve kaynaktan yararlanmayı dini emir olarak telakki ederler. Yahudi inancına göre, Tanrı Yahveh Musevilerin dünya hayatını kontrol altında tutar. Yahudi şeriatına güre iki yol vardır, haram (profane) ve helal, üçüncü bir yolu kesinlikle kabul etmezler. Diğer dinlerde olduğu gibi, Tanrıya tam ve mutlak bağlılğı (umission) öngörmez, Tanrının bu dünyada gazabından korktukları için, onun emirlerine uymak zorunda olduklarını kabul ederler. Bu anlamda Yahudileri, Tanrı tarafından dünyanın hakimi ve efendisi olarak seçilmiş millet olarak kabul ederler.

Yahudiler Tanrının insanları bu dünyada mükafatlandıracağına inandıkları içindir ki, her türlü zülüm ve kötülüğü Tanrı adına mübah kabul ederler. Aslında orijinal on emir ve Yahudi dini hiç bir şekilde insanlara zülüm ve kötülüğü emretmemiştir. Ancak soradan orjin esaslarda yapılan tahribatlar neticesinde bu anlayış hakim olmuştur, yoksa kelime olarak bile Musevilik, musavi ve eşitlik anlamına gelmektedir.

Esas orjin Musevilik bütün insanların eşit olduğunu ve Tanrı katında efendi, köle ayrımı olmadığını vaaz ve kabul eder. Bozulan Yahudi anlayışıyladır ki 10 Kasım 1975 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı ile, Siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı politakaları savunduğu için 3379 sayılı kararla ırkçı olarak nitelendirilmiştir. Bugün yeryüzünün dini şeriatla yönetilen tek devleti olan İsrail’in, Filistin halkına reva gördüğü insanlık dışı uygulamalar sadece İsrail devletinin güvenliğini sağlamak amaçlı değildir. Kendi inançlarına göre Tanrının, İsrail oğullarına vaaz ettği Siyon devletini kurmak ve bu dünya mükafatından nasibini almak içindir. Siyonizim bu inanç ve ideali taşıdığı sürece, insanlığı tehdit eden en tehlikeli potansiyel olarak varlığını idame ettirecektir.

Hıristiyanlığın Getirdiği İnsani Değerler

Hz. İsanın vaazı insan kişiliğine saygıyı, kardeşlik, eşitlik, ve vicdan hürriyeti gibi tüm insani değerler açısından çok önemli prensipler ihtiva eder. Yahudilikten sora gelen ikinci büyük ilahi din olan Hıristiyanlık, insani değerler adına çok önemli ilke ve kurallar koyarak, insanı tüm güç ve devlet karşısında değerli bir varlık statüsüne kavuşturmuştur. Bu açıdan orjinal Hıristıyanlığın insanlara sunduğu başlıca esaslar, “zülme karşı çıkarak, ihanete, bencilliğe, şiddet ve öfkeye karşı, tevekkül, adalet, eşitlik, doğruluk, temizlik, yardımlaşmayı teşvik, merhamet ve affedici olma” gibi ahlaki prensipler içeren emir ve yasaklardır. Bunların dışında Hıristiyanlığın getirdiği en önemli siyasi ve hukuki kavram ise, güç ve iktidarın kökeninin ilahi olduğu ve Allah a dayandığı düşüncesidir.

Orijinal Hıristiyanlık inancı, her insanın değerli bir varlık olarak yaratıldığını ve bazı ferdi haklara sahip olduğunu kabul eder. Daha sonra kilise tarafından orijinal esasların tahrif edilip değiştirilmesiyle, din adamları ve ruhban sınıf tarafından insanlar üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Bu nedenle kilise kimi zaman devletin karşısında ayrı bir güç olarak, kimi zaman da devletle bütünleşerek kendi otoritesini hakim kılabilmek için devleti baskı unsuru olarak kullanabilmiştir. Engizisyon idari sistemiyle insanlara esir ve köle muamelesini uygun görüp, her türlü hak ve hürriyetten mahrum bırakarak baskı uygulayıp, kendi mutlak oteritesi altında tutmaya çalışmıştır. Bütün bu şiddet ve baskı uygulamalarının altında yatan gerçek niyet, mezhep farklılıkları ve din adamlarının kaybetmek istemedikleri mutlak hakimiyet tutkusudur. Bu tutku ve iktidar hırsı, orta çağ Avrupasında o kadar açık ve belirgin olarak görülür ki, kilise feodaliteye destek vererek işbirliği içindedir. Feodal senyörler tarafından köle gibi alınıp satılan insanlar, merkezi oterite ve foedal ağaların eşyasıymış gibi uygulamalara maruz kalmışlardır.

İslam Dinin Getirdiği İnsani Değerler

İslam Kelime olarak Arapça silm kökünden gelen bir isimdir. Mana olarak teslim olma, itaat etme, gönülden bağlanma ve kişinin nefsini teslim etmesi manasına gelmektedir. İslam ilme ve ahlaka dayalı bir din olarak, insanlar arası ilişkilerde hak (adalet ve eşitlik), hayır (iyilik) ve hüsn (güzellik) gibi kavramları emreden bir dindir. Hz Muhammed’in Kur’an esaslarına dayanarak Allah’ın insanlara sunduğu inanç ve yaşayış biçimlerini vaaz eden en son ilahi kaynaklı dinidir. İslam düşüncesine göre hak, Allah iradesi, hukuk ise ilahi iradenin tezahürü olan Kur’ana dayanır. Yine İslam Hukukuna göre devlet, fertlerin İslam ilke ve esaslarına uygun yaşamalarını temin eden bir vasıtadır.

İslam dini Allah ile kulu arasında ki ilişkilerde olduğu gibi, insanlar arsında ki ilişkileride ilahi nizama uygun olarak tanzim ve tarif eder. İslam hukukuna göre devlet başkanı olan kişi egemenlik ve siyasi iktidarını Allah adına kullanmak mecburiyetindedir. Bu anlayışla İslam devlet başkanının yetkilerine sınırlama koyarak, egemenliğin gerçekte Allah’a ait olduğunu kabul eder. İslam dini hiç bir zaman sınırsız yetkilerle donatılmış devlet başkanlığı sistemi ve ruhban sınıfı gibi teokrasi anlayışını kabul etmez. İslam hukukuna göre bütün insanlar musavi eşittirler. İslam adil ve musavi olmayan devlet başkanı ve idaresine karşı çıkmayı teşvik eder. Bu konuda bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur; “ Cihadın en faziletlisi zalim bir hükümdara karşı hak sözü söylemektir” denir. İslam Hukuku bütün insanları müslüman, gayrı müslüm ayrımı yapmadan, insanların hayat hakkı, adalet, hürriyet ve eşitlik gibi en temel haklarını savunurak, temel hak ve hürriyetleri kişilere bağlı haklar olarak kabul eder. Bu haklar başkasına devir edilemez nitelikte görülür. İslam devletinde bütün organlar kişilerin hak ve hürriyetlerini hem devlete karşı ve hemde diğer şahıslara karşı korumakla yükümlüdür.

Buraya kadar izah etmeye calıştığımız gibi, insan hak ve hürriyetlerinin gelişmesi gerek dini, gerek milli ve gerekse milletler arası hukuka tabi olarak incelendiğinde, insanın kendi iradesiyle icaat ettiği devletin sorumluluğu çok önemlidir. Devletler siyasi ve dini toplumsal yapı ve muesseseleriyle demokrasi, halk cumhuriyeti (sosyalist-komünist), monarşi, emirlik ve başkanlık sistemi gibi yönetim şekilleriyle idare edilmektedir. Devletlerin yönetim şekilleri nasıl olursa olsun, hem milli ve hem de milletler arası sorumluluk taşıma zorunluluğu vardır.

Hürriyetler kağıt üzerinde içi boş bir kavram olarak değil, insanlar için erişilebilir, kullanılabilir haklar niteliğine kavuşturulmalıdır. Acak o zaman sosyal hukuk devleti kimliği kazanılmış olunur.

Sanayi devriminden sonra, Avrupa ve Dünya genelinde insan haklarının gelişiminin evrensel boyut kazanması 1789 Fransız ihtilaline bağlanmakla birlikte, Fransadan önce İngiltere ve Amerikada birtakım girişim ve bildiriler yayınlandığı bilinmektedir. Fakat, bu ülkelerdeki hareketler karekter bakımından daha ziyade, İngiliz baron ve aristokratlarının hükümdarın merkezi otoritesinin sınırlandırılmasına yönelik gelişmeler olarak kalmış ve geniş halk kitlelerine yayılmamıştır. Fransız ihtilalinin felsefi, siyasi, sosyolojik ve ekonomik bakımından ferdiyetçi bir nitelik taşımakla birlikte, siyasi olarak Liberal unsurlar içermiştir. Çünkü Liberalist doktorinin devletten pasif tavır alması beklentisi vardır. Devletin müdahale etmesini istemez. Bu anlayış devletin hiç bir şeye müdahale etmeyeceği, güçlünün zayıfı ezeceği anlamına gelmez. O nedenle klasik haklar diye tarif ettiğimiz, hürriyetlerin bir şekilde korunması için devletin fonksiyonları genişletilerek güvence vermesi gerekmektedir. Devletse anayasal hukuk devleti olmakla bu güvenceyi garanti eder. İnsan toplumda soyut bir varlık olarak değil, ihtiyaç sahibi bir vatandaş olarak algılanmalıdır.

Birinci Dünya savaşının sonlarından itibaren, devletlerin anayasalarında klasik hürriyetlerle birlikte aile ve çocuğun korunması, saglık hakkı, öğrenim hakkı, çalışma ve sosyal güvenlik hakkı, sendikal hakklar, grev ve toplu sözleşme hakları gibi, sosyal hakların korunmasına yönelik çalışmalara ağırlık verildiğini görmekteyiz. Sosyal hakların anayasal metinlerde yeralması, yeni bir devlet düzeni anlayışını da beraberinde getirmiştir. 1917 Meksika Birleşik Devleti anayasası, 1919 Alman Weimar Cumhuriyeti anayasaları sosyal haklara geniş ölçüde yer vererek, devleti bu hakları geliştirip korumakla sorumlu kılmıştır. 1920 Estonya, 1921 Yugoslavya ve Polanya, 1923 Romanya ve İspanya anayasaları sosyal haklara geniş ölçüde yer vermeye çalışmışlardır. 1918 Sovyet bildirisi ile 1925 ve 1936 tarihli Sovyet anayasaları ise, diğer devletlerden farklı bir bakış acısyla yaklaşarak, sosyal hakların kişi haklarının korunması olarak değilde, Marksist devletin ödevleri ve imtiyazları niteliğinde degerlendiren bir anlayışla yer aldığı görülmüştür.

İkinci dünya savaşı sonrasında batı anayasalarında sosyal haklara daha geniş yer verilmeye çalışılarak, bu konuda devlete daha çok ödevler yüklendiği görülmektedir. Doğu Avrupa ve komünist blokta ise, Marksist anlayışa bağlı olarak, sosyal ve ekonomik haklara ağırlık verildiği görülsede, klasik hak ve hürriyetlere, kollektivist yaklaşımla bakılmıştır. Aslında Marksist anayasalarda sosyal haklar bir hak olmaktan ziyade, devlet tarafından düzenlenmiş bir edim ve hizmet olarak değerlendirilmiştir. Yine Marksist anayasalara göre temel hak ve hürriyetlerin totaliter amaçların dışında kullanılması sözkonu degildir. Devlet insan ve tolumunun üstünde bir varlık olarak görülür ve insan devlet için vardır. Bu bakımdan, Marksist anayasaların öngördüğü insan hakları anlayışını, demokratik anlamda insan hakları olarak nitelendirmek çok yanlış olur.

  1. Asrın sonlarına doğru insani değerler ve insan hakları gibi, hukukun üstünlüğüne saygı bağlamında ki bütün olumlu gelişmelere rağmen, olumsuzluklara da şahit olunmuştur. Birinci ve ikinci dünya harpleri bu ideallerin tadil edilmesine neden olmuştur. Emperyalist sömürgeci batı büyük savaştan hemen sonra elde ettikleri menfaatleri pay edemeyince, kendi arasında anlaşmazlığa düşmüştür. Özelikle savaştan malup olarak çıkan Almanlar, yenilginin ezikliği ve dünya ya hakim olma hırsıyla, daha kanlı ikinci dünya harbinin başlamasına sebep olmuşlardır. Netice de dünya barışının bozularak, milletler arası huzursuzluğa yol açan, yeni siyasi cereyanların türemesine neden olan gelişmeler yaşanmıştır. Bu gün bile insanlığı tehdit eden, Nasyonalizim, Komünizim, Faşizim v.s gibi totaliter rejimler, o günlerde yeşermeye başlamıştır. Klasik hak ve hürriyetleri tanımayan, bu totaliter rejimler, Almaya, İtalya, Sovyetler Birliği gibi ülkelerde milli düzeyde insan haklarını rejim adına tanımazken, milletler arası düzeyde saldırgan ve emperyalist bir yol izlemişlerdir.

1933 Yılından ikinci dünya savaşı sonrasına kadar, Hitler öncülüğünde şiddete dayalı unsurlar içeren ve Alman ırkçılığını savunan, Nasyonal sosyalizmin diger bir adı da Nazizimdir. Alman ırkçılığı ve Yahudi düşmanlığı gibi, antikomünist bir felsefeyle dünya insanlığına korkular yaşatarak, iktidarı döneminde tüm muhalif partileri, sendika ve sivil toplum örgütlerini kapatan, kendi halkına bile müsamaha göstermeyen çağdışı bir rejim olarak, tarihe geçmiştir nasyonal sosyalizim. İngiltre, Amerika ve Sovyetlerden oluşan müttefiklerin gücü karşısında, ikiye bölünmüş bir Almanya olmaya makum edilmiş olarak, lanetle anılacaktır.

1922 – 1945 Musolini İtalyasında, tekparti diktatörlüğüne ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ilkesine dayalı diğer bir rejimin adı ise Faşizimdir. Parlementer demokrasiyi kaldırarak, fert ve bireyciliği yoksayan, kendince akılcı ve hümanizim kriterleri yaparak, devletin mutlak hakimiyetini kabul eden bir rejimdir. Faşizim ferdin devlet karşısında mutlak itaatını ister ve ferdin devlete karşı hiç bir hak ve hürriyetini kabul etmez. Birey ancak toplum ve devlet için vardır ve onlara hizmet etmek zorundadır. Totaliter faşizim İtalya dışında, İspanya, Japonya, bazı Arap ve Güney Amerika ülkelerinde çok kısa sürelerle hayatiyet bulabilmiştir. Neticede evrensel insani degerleri tanımayan ve devleti bir amaç olarak gören bu rejim de, tarihin karanlıklarına gömülmüştür.

Sosyalizme gelince, teorik gelişimi çok gerilere gitmekle beraber, çagımızdaki anlamına Karl Marksla ulaşmıştır. Ortaya çıktığı günden, günümüze gelinceye kadar sayısız yorumları ve uygulamaları görülen komünizim, temelde devlet, millet, mülkiyet, aile, sınır ve sınıf gibi egemen bir sınıfa dayalı gücü kabul etmediğini savunur. Hedefe ulaşmak için, proleterya diktatörlüğü adını verdiği komünist devlete geçiş döneminde bir takım ödev ve sorumluluklar yükler. Komünist devlet ancak geçiş dönemi için vardır. Totaliter nitelikler içeren komünist anayasada sosyal ve ekonomik ağırlıklı hakların yanında, klasik hak ve hürriyetlere de yer verdiği görülür. Ancak, klasik hak ve hürriyetler komünist amaçlar dışında kullanılamazlar.

20. Yüzyılda Liberalizmden kaynaklanan sosyal ve ekonomik sorunlara bir tepki olarak gelişen ve bir çok ülkede kabul gören komünizim bireyciliği ve özel mülkiyeti kabul etmez.

İçeride totaliter diktatörlüğü güçlendiren insan hak ve hürriyetlerini aşırı bir şekilde sınırlandıran ve zaman, zaman ortadan kaldıran komünizim üretim araçlarını kamulaştırarak devletin güçlenmesini savunur. Bu nedenle bazı hak ve hürriyetlerin kısıtlanması toplumsal dinamizmin yok olup, refah seviyesinin düşmesine sebep olmuştur. Refah seviyesinin düşmesi aynı zamanda sosyal ve teknolojik gelişmeyi de engellemiştir. 20. Yüzyılda sosyalist blok çağdaşlarıyla yarışamayacağı gerçeğinden hareketle, devletin ve halkın teorik ve pratik anlamda gerilemesine vesile olduğu içindir ki, komünizime olan güven yitirilmiştir. Bütün bu gelişmeler gerek Doğu Avrupa ve gerekse Sovyet Rusya’da halkın tepkisine karşı fazla direnemeyip, serbest piyasa ekonomisi ve demokratik sistemi tercih etme zorunluluğunu getirmşitir. Bugün hala Çin Halk Cumhuriyeti ve bazı küçük devletler sosyalist rejimde direnseler de, onlarında çok yakın gelecekte genel eğilime uymaları kaçınılmaz gerçek olarak görülmelidir.

Çağımızda istikrarlı demokrasiler diye adlandırılan Batı Avrupa ve Amerka kıtası ülkeleri yanında, gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkeleri diye bildiğimiz ülkeler de anayasalarında kendi anlayış ve yorumlarına göre insan hakları konusunda kanunlar yapmışlardır. İnsan hakları konusunun milli yasalardan taşarak, milletler arası alanda evrensel bir kimlik kazandıgına da şahit olmaktayız.

İkinci dünya savaşı sonrası, 1945 de Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasıyla, milletler arası adalet divanı statüsü kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ekonomik, sosyal ve kültürel haklar sözleşmesi, kişisel ve siyasi haklara ilişkin sözleşme, ırk ayrımcılığı ve işkenceye karşı olmak gibi, bir çok sözleşme Birleşmiş Milletelere üye ülkelerce imzalanmıştır. Ancak, son zamanlarda uygulamada bazı sıkıntılar yaşanmaktadır. Değişen dünya dengeleri nedeniyle, dünyanın tek merkezden, Amerika’dan yönetilmesi ve Birleşmiş Milletlerin ciddi manada yaptırım gücü olmaması nedeniyle, insan hakları alanında uygulamalar Amerikanın yorumu ve insafına bırakılmıştır.

Birleşmiş Milletlerin ilkelerini benimseyerek bölgesel nitelikli oluşumlarda, insan hakları konusunda bildiriler yayınlamışlardır. Avrupa Konseyi AGİK 1975 Helsinki ve 1990 yeni Avrupa için Paris Anlaşmasıyla, temel hak ve hürriyetlerin teminat altına alınması karara bağlanmıştır. Afrika Birliği ve İslam Konferansı gibi oluşumlarda, insan hakları alanında çalışmalar yapmaktalar. Malesef yukarıda da belirtildiği üzere, yaptırım gücü olmayan bu kararları uygulamada kontrol ve teşvik edecek kurum ve kuruluşların eksik olması nedeniyle, bir çok yerlerde insan haklarının ihlal edildiğine şahit olmaktayız. Alınan bütün kararlar ve yapılan tüm antlaşmalarla, bugün için yer yüzünde, insanlık idealinin tam olarak hakim olduğunu iddia etmek, gerçekleri kasıtlı olarak gizlemek anlamına gelir.

Eski medeniyetlerden günümüze gelinceye kadar, insani değerler ve klasik hakların gelişimi sürecinde, belirli bir olgunluk seviyesine ulaştığını görmek sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Nevar ki sayıları 160 civarında olan devletlerin yarısından fazlasında, hala insan haklarının tanınmadığı ve hukuki güvenceden mahrum bırakıldığını da bilmekteyiz. Dileğimiz odur ki, 21. yüzyılda bütün devletlerce insani değerler politik konu olmaktan çıkartılarak gelişmesi için kültür ve eğitimin bir parçası olarak görülüp, eğitim ve toplumsal kurumlarla desteklenmesidir. Ancak o zaman gerçek manada hak ve hürriyetlerin geliştirilip güvenceye alınacağına inanabiliriz. Russeum”un söylediği: insanlar doğuştan hür doğarlar, fakat zincire vurulmuş olarak yaşar ve ölürler… sözü hiç olmazsa cağımız için geçerli bir söz olmasın.

Metin YAZAREL

Temmuz 2006

 

mm

Metin Yazarel - Çeşitli Alanlarda Faaliyet Gösteren Girişimci ve Toplum Aktivisti Kişisel Bilgiler: Adı: Metin Yazarel Doğum Yılı: 1962 Doğum Yeri: Yozgat, Boğazlıyan ilçesi, Yaraş Köyü Medeni Durumu: Evli, iki kız çocuğu babası Eğitim ve Akademik Geçmiş: İlkokul: Yaraş Köyü İlkokulu Ortaokul ve Lise: Yozgat’ta tamamladı Üniversite: 1980 Eğitim-Öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi'ne kayıt oldu, ancak 12 Eylül 1980 darbesi nedeniyle eğitimini yarıda kesmek zorunda kaldı. Yurtdışı Eğitim: Kasım 1980'de Hollanda'ya yerleşti. 1981-1982 öğretim yılında Rotterdam'da Thomas More Pedagoji Akademisi'ne devam etti. İş ve Ticaret Hayatı: Hollanda'da İş Hayatı: 1982 yılında Hasret Gıda Marketi ile ticaret hayatına adım attı. Daha sonra Türk video filmleri, tekstil ürünleri toptancılığı ve seyahat acenteliği gibi çeşitli sektörlerde ticaret yaptı. Toplumsal Katılım: Çeşitli Türk dernek ve federasyonlarında kurucu yönetim kurulu üyeliği ve genel sekreterlik gibi üst düzey yöneticilik yaptı. Sosyal Araştırmalar: Toplum bilimi alanında 'sosyal tercihler', 'sosyal davranışlar' ve 'sosyal psikoloji' konularında araştırmalar yaptı. Göçmen etnisitesi ve göç sosyolojisi gibi alanlarda çalışmalarına devam ediyor. Sivil Toplum Aktivizmi: Uzun Süreli Danışmanlık: Hollanda Türk Demokratlar Birliği (UETD) danışmanlık yaptı. Araştırmalar Merkezi: Amsterdam Türk evi Araştırmalar Merkezi yönetim kurulu üyesi olarak sivil toplum çalışmalarını sürdürdü. Yazarlık ve Medya Faaliyetleri: Yayınlar: 200'den fazla makalesi çeşitli gazete, dergi ve bloglarda yayımlandı. Köşe Yazarlığı: Kesintisiz 8 yıl boyunca Türkçe yayın yapan Haber Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. Televizyon Programcılığı: Kısa bir süre Life24 Bilgi Danış Televizyon programcılığı da yaptı. Yayın Danışmanlığı: Gönüllülük esasına dayalı olarak Haber Gazetesi'nde genel yayın danışmanlığı yaptı. Diğer Yayınlar: Yozgat Çamlık gazetesi ve En-Politik internet sitesinde de köşe yazıları yazdı. Çalışma ve Ticaret Hayatı: Şirket Danışmanlığı: Halen Letselschade Kaza Uzmanlığı Şirketler Grubuna danışmanlık yapmaktadır. Kurucu Ortaklık: EU TRADE CENTERS BV. şirketinin kurucu ortağı olarak ticaret hayatına devam ediyor. Metin Yazarel, iş hayatı, ticaret, akademik çalışmalar, sivil toplum faaliyetleri ve medya alanlarında geniş bir yelpazede etkinlik gösteren, çeşitli alanlarda başarılı ve çok yönlü bir birey olarak öne çıkmaktadır.